BERCESTE . . .

Niyazi Hocam’ın musiki tanımı : Musiki, iki ses arasındaki manevi münasebettir . . .

Yani beste yaparken sesler arasında manevi bir münasebet kuramamışsanız yaptığınız eser usulüne uygun bestelenmiş olsa dahi insanlarda olumlu bir tesir uyandırması mümkün değil . . .

Analoji yoluyla bu tanımı ebruya taşırsak :

Ebru, iki renk arasındaki manevi münasebettir . . .

Eğer yaptığınız ebruda renkler arasında manevi bir münasebet tesis edememişseniz o ebrunun insanlara tesir etmesi mümkün değil . . .

NAAT . . .

774773_10200420512541025_322189921_o

 

Beleğa’l-ulâ bikemâlihi,
Keşefe’d-Dücâ bicemâlihi,
Hasunet cemîu hisâlihi,
Sallû aleyhi ve âlihi !

Kemalatı ile yüksek derecelere ulaştı,
Cemali le karanlıkları açtı,
Bütün huyları güzeldi,
Ona ve âline salat edin!

Şeyh Sadi

MUSTAFA DÜZGÜNMAN . . .

“Ebrû, tükenmeyen bir hazinedir. Bu kendi içinde kendi kendini karakterini hiç bozmadan zaten tekâmül ediyor. Bunun haricinde, modernizasyon gibi bir şey olamaz. Çünkü bu ecdâd yadigârını, bunun tarihini yaşatmak mecburiyetindeyiz. Niye modernizasyon olsun? Bu nihayeti olmayan bir renk cümbüşü . . . Güzelliği tükenmiyor ki yeniden bir şeyler icâd edilsin. Şimdi, zamanımızda resme kayan bir ebrû tavrı görüyoruz. Onlara bakıldığı zaman bir yağlıboya manzarası, tablosu gibi bir şey oluyor, yani ebrûnun dışına çıkılıyor. Aslında onlar da ebrûdan yapıyorlar ama bakıldığı zaman yağlıboya manzarası izlenimini veriyor. Biz buna pek Türk Ebrûsu filân diyemeyiz. ‘Çağdaş Ebrû’ diyebilirler. Yoksa san’atlı şeydir takdir ederim. İşte onlar modernizasyon yahut çağdaş ebrû ismiyle yürütebilirler. BİZİM EBRÛMUZ KARAKTERİNİ BOZMAMALIDIR HİÇ.”

TRT için yapılan video kaydından . . .

AYDIN ÇAKIRTAŞ . . .

Kalemine kuvvet, ömrüne bereket sevgili kardeşim . . .

“Allah rahmet eylesin, Buhurizade Mustafa Itrî Efendi, Dede Efendi, Hacı Arif Bey, Münir Nureddin Selçuk birbirinden güzel güfteler yaptılar. Onlardan sonra gelenler de onların güfteleri üzerine aynı formda besteler icra etmişlerdir. Hiçbirisi de Türk Musıkisi’nin temel formlarının dışına çıkmadan farklı ses ve ahenkte icrayı sanat eylemişlerdir.

Musıkide olduğu gibi klasik sanatlarımızın tüm şubelerinde de aynı tavır devam etmiştir. Faraza, Şeyh Hamdullah Osmanlı hat ekolünün temsilcisidir. Ondan sonra gelen üstadların hiçbir zaman Şeyhi aşmak gibi bir derdi tasası olmamış, ancak onu taklid etmek Şeyh gibi güzel eserler bırakmak gibi bir hüsnü niyetleri olmuştur. Böylelikle hat sanatının temel formları bugüne kadar bozulmadan tevarüs etmiştir. Bugün yapılan fabrikasyon çalışmalar klasik hat sanatının dışında ticari kaygılarla üretilmiş, zanaat dahi addedilmeyen beyhude uğraşlardır.

Kitap sanatlarının bir şubesi olan Ebru sanatı da bugüne değin müstesna nadir el yazmalarının yan kapaklarına ruh katmış bir sanattır. Nice murakkaların etrafını sarıp sarmalamış. 14. yy daki ebru üstadı nasıl bir ruh ile yaklaşmışsa teknenin başına, bugüne ulaşan o ruhun üstadları da aynı haleti ruhiye ile tekneye bırakmışlar kalplerindekileri..Gerçek üstadların birbirlerini geçmek gibi, yeni şeyler icad etmek gibi bir tasaları olmamıştır. Zira ebru da kendi kendine tekamül eden bir sanattır . . . Sınırları zorlayıp illa yeni şeyler söylemekte ısrar edenlere saygı duymak lazım ama bu fırçanın da bu teknenin de, onları bugüne taşıyan üstadların da bir saygınlığının olması elzemdir. Sanatkara hürmet edep yok ise bari o sanata hürmet olmalı ki ordan güzellikler zuhur etsin.

Bugün icra edilen ebru sanatı bir kaç üstadın dışında bihakkın temsilden varestedir. Maalesef icazet makamı bile laçka hale gelmiştir. İcazet aldığını sanan bazı sözümona kimseler de ticari bir bakışla bu işi temsil ettikleri zehabına kapılmaktadırlar. Biraz erimek lazım sanat karşısında… Ez-cümle, “Çek kendini aradan zahir olsun Yaradan” dersek ancak kalpteki enaniyeti temizleyebiliriz.”

Aydın ÇAKIRTAŞ

A. TURAN ALKAN . . .

2012 Kültür Sanat Büyük Ödülleri sahiplerini buldu. Daha önceki tarihlerde yapılan törenlerle, geleneksel sanatlarda Uğur Derman, sinemada Nuri Bilge Ceylan, kültür ve sanat kurumlarında Sakıp Sabancı Müzesi, tarih dalında Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu, Türk musikisinde Ahmet Hatiboğlu, edebiyatta Selim İleri, arkeolojide Zeugma şehri kazıları ve müzesi ödüllendirilmişti.

Atatürk’ün ölümü üzerine dağılan Riyaset-i Cumhur İncesaz Heyeti’nin, 75 yıllık uzun bir fâsıladan sonra Devlet Başkanı Abdullah Gül’ün teşebbüsüyle ihyâ edilerek ilk konserini Çankaya Köşkü’nde icrâ etmesini de unutmayalım.

Yeni bir olgudan bahsetmiyoruz fakat ödül sahiplerinin seçiminde altı çizilmesi gereken önemli bir ayrıntı var; bana göre bu ödüller, özellikle klasik sanatlarımız söz konusu olduğunda piyasa tarzı harcıâlem eserler ve sanatçılardan ziyade klasik çizgiyi takib ve hakkıyla temsil eden isimlere yönlendirilmiş bulunuyor. Meselâ minyatürde Cahide Keskiner, Hat sanatında Hüseyin Öksüz, tezhibte Fatma Çiçek Derman, Ebrû’da Alparslan Babaoğlu, cilt sanatında İslam Seçen ve Sedefkârlıkta Salih Balakbabalar, geleneği en klasik tarzda icrâ eden ve sürdüren çok değerli sanatkârlarımızdır. Bu bakımdan ödüllerin yönlendirilmesi konusunda enikonu tartışmış ve üzerinde tartışılmış bir kültür politikasının izlerini gördüm ve çok sevindim.

Bundan otuz-kırk sene önce amatör bir müzik topluluğunun ney veya kemençe gibi klasik sazları icra eden birinden istifade etmesi mucize kabilinden bir şeydi; bugün, geleneğimizin zor sazlarını liyakatla icra eden çok sayıda genç sanatkârımız var. Klasik sanatlarımızda devlet ve belediye atelyelerinden yetişenler geleneği bir ucundan omuzladılar. İşin daha heyecan verici kısmı, klasik sanat ürünlerine gösterilen rağbetin gitgide yükselmesi. Ne var ki, iyi örneklerle beraber ucuzu da bollaşmaya başladı; turistlere hediyelik satan dükkânlarda bile kötü açılmış, sağır cinsinden de olsa neyler, ehlinin elinden çıkmadığı âşikâr ebrû taklitleri, tezhiblenmiş minyatür varakları, hat levhalarına rastlar olduk. Klasik baharattan izler taşıyan ama geleneğin ucuz bir kopyası olmaktan bir adım daha üste çıkamayan bu rağbete sevinmeli mi, üzülmeli mi noktasında tereddüd geçirirken tam bu noktada Cumhurbaşkanı’nın yakından desteklediği ve ilgi gösterdiği ödül tevcihi, sıradan mânâsının üstünde bir derinlik taşıyor ve tercih edilmesi gerekenin meşakkatli ama değerli “Ana yol” çizgisi olduğunu hatırlatıyor. Ana yol, yani klasik, ortodoks edâ (Sanatta veya herhangi bir meşrepte asl olana, gelenek öğretisine sadâkat göstermek); kötü ve ucuzlaştırılmış örnekler, klasik değerleri bastırıyor: Düğünlerde Mevlevî dervişi döndürmek, kaldırımda ebrûlu kâğıt satmak, icazet bile almadan hattatlık taslamak, mistik hava veriyor diye en münasebetsiz mekânlarda ney taksimi dinletmek, “Gizli tarihleri ben ifşâ ediyorum” nârâsı ile akademik tarihçiliği işportaya düşürmek hemen aklıma gelen kötü misâller. Bu biraz, “Picasso’nun yaptığını ben de yaparım” cesaretiyle resim malzemesi alıp, iki ay sonra usanan amatör kabiliyetsizlerin hâlini hatırlatıyor bana.

Klasik sanatların ve değerlerin en mükemmel hâlinin saklandığı bir “Akademi”miz bir Capitol’ümüz yok; belki zamanla olur ama geçiş dönemindeki hasarı azaltmak için Devlet Başkanlığı’nın “Klasik mektep”ten yana tercih koyması beni ümitlendirdi.

Enseyi karartmayalım; iyi şeyler de oluyor bir yerlerde…

 

Bu yazı Sayın A.Turan ALKAN’ın, 4 Şubat 2013 tarihli ZAMAN Gazetesindeki köşesinden alınmıştır.

EBRU YAPANA NE DENİR . . . ?

Ustalarımızın hepsinin kendilerini ebrucu, ebru ustası ya da ebru sanatçısı diye nitelemelerine ve biz de ismimizden gayet memnun olmamıza rağmen birisi çıkıp “sizin isminiz güzel değil ben sizin için ebruzen diye bir isim uydurdum bundan sonra bunu kullanın” dedi, bir diğeri de bunu pek beğenip T.C.Kültür Bakanlığı’nın benim verdiğim vergilerle bastırdığı “Türklerin Ebru Sanatı” isimli kitapta neden kendimize “ebruzen” dememiz gerektiği konusunda eni konu birkaç sayfa yazı yazdı.

Efendim “ebrucu” deyince bizim ebru alım satımı yaptığımız anlaşılıyormuş . . .

Merak edip Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne dahi bakmamışlar. Orada “ebrucu” kelimesinin karşısında “Renkleri karıştırarak süs kâğıtları üzerine ebru yapan sanatçı” yazıyor . . .

Bunlar “minyatürcü ” denilince de minyatür alım satımı yapan birisini anlıyorlar herhalde . . .

Acaba “tezhipçi” ya da “ciltçi” deyince ne anlıyorlar . . . ?

Ben 1983’te askerlik görevimi yaparken harita sınıfı diye bir sınıf vardı. Bu sınıfa mensup subay ve astsubayların görevi, değişen yerleşim birimleri, yollar v.s gibi unsurları dikkate alarak haritaları elden geçirmek ya da yeni haritalar yapmak idi ve onlara “haritacı” derlerdi. Demek onlar da devletin haritalarının alım satımını yapıyorlarmış . .

Mesela otomobilinizin kliması arızalandığında, bir oto sanayi sitesine gidip ilk dükkandaki satıcıya “buralarda bir klimacı var mı acaba ?” diye sorarsanız eğer satıcı da Türkçeyi bunlar gibi anlıyorsa “valla beyefendi buralarda klimacı olmaz siz Karaköy’e gidin en iyisi . . .” diye bir cevap vermesi gerekiyor . . .

Ebrucu denince ebru alım satımı yapanların anlaşıldığını iddia edenler acaba “Türkiye Gazeteciler Cemiyeti” denilince gazete bayilerinin meslek birliğini, ya da “gazeteci Burhan Felek” denilince rahmetli Reis-ül Muharririn’in gazete bayiliği yaptığını mı anlıyorlar acaba ?

Ebrucuların, isimleriyle ya da ebrunun terminolojisiyle ilgili bir sıkıntıları varsa bunu kendileri çözerler efendim aman siz zahmet etmeyin . . .

BİRAZ SOSYOLOJİ . . .

Anadolu’da beşyüzyılı aşkın bir süredir icra edildiği bilinen ve ebrû yapılan her ülkeye ve o ülkenin diline “battal”, “kumlı”, “taraklı”, “hatip”, “şal” ve “gel-git” gibi terminolojisi ile birlikte yerleşerek yüzyıllarca “Türk kağıdı” diye isimlendirilen Türk ebrû sanatının da  ustadan ustaya intikal  ederek bu güne kadar gelen bir geleneği vardır. Ancak ebrû geleneğimizin ne olduğu tartışılmadan önce, sosyoloji bilimi çerçevesinde  yeteri kadar incelenen  fakat bilhassa ebrû sözkonusu olunca varlığı tartışılan “gelenek”  ve “klasik” kavramları üzerinde biraz durmak gerekmektedir.

Kabile toplumlarından sanayi ve bilgi toplumlarına kadar bütün kültür ve gelişmişlik düzeylerindeki toplumlarda, faydası ve çıkış noktası bilinmeyen birtakım toplumsal kurallar vardır. Bu toplumsal kurallar, o toplumun yaşadığı kültürün yüzyıllar süren birikiminin bir sonucudur. Gelenekler yazılı kurallar olmamakla birlikte toplumsal hayatın folklorik bir parçasıdır ve geleneğin bir adım ötesi töredir. Toplumumuzda, büyüklerin ellerinin öpülmesi ve sözlerinin kesilmemesi, sofraya önce babanın oturması ve sofrada konuşulmaması, güneydoğudaki sıra geceleri, kurban edilecek koça, askere giden evlâda ve evlenecek genç kıza kına yakılması hep birer gelenektir ve uyulmasında zorunluluk olmayan toplumsal kurallardır. Diğer toplumların da kendi sosyal yapılarının sonucu olarak ortaya çıkmış gelenekleri vardır. İngiltere’de saat beşte çay içilir, Japonya’da insanlar birbirlerini öne eğilerek selamlarlar.

İnsan sosyal bir varlık olduğu için hep bir yerlere ait olmak ister. Gelenekler, toplumsal bağı güçlendiren ve kişide aidiyet duygusunu sağlayan en önemli unsurlardır. Geleneklere uyup uymamak konusunda toplumsal bir zorlama olmamakla birlikte kendini bir topluma ait hissetmek için o toplumun kültürünü de benimsemiş olmak gerekir. Gelenekler de kültürün bir parçası olduğundan genelde bir topluma ve kültüre aidiyet hissi içinde olanlar, o toplumun geleneklerine de uyarlar.

Bir olgunun “klasik” olarak nitelendirilebilmesi için ise nesiller önce ve nesiller boyu yapılmış ve bugüne kadarki nesiller boyunca beğenilmiş ya da en azından bugün beğeniliyor olması gereklidir. Bu olgu “Türk Cami Mimarisi” ya da “Türk Ev Mimarisi” gibi bir mimari tarz olabilir, Cümlenin gelişinden de anlaşılabileceği gibi klasiklik, kendi içinde birtakım hususiyetleri olan ancak nesiller boyu beğenilmiş bir tarzdır.

Bugün yapılan herşey çağdaştır ancak klasik hususiyetler taşıyanlara klasik tarzda yapılmıştır denir.

Türk Ebrû’sunun klasiği olur mu? sorusunun cevabı ise “Evet olur”dur.

Asırlar boyu yapıldığı malzeme ve tarzda yapılırsa o ebru hem gelenekli hem de klasik tarzda yapılmış diye nitelendirilir.

BİR DENEME . . .

Aşağıdaki satırların yazarının bir müzisyen olmadığını hatırdan çıkarmayın lütfen . . .

Esas olarak sanat, ya göze, ya kulağa ya da her ikisine birden hitab eder. Kulağa hitab eden sanatların unsuru sesler yani notalar ve nağmelerdir. Göze hitab eden sanatların unsuru ise renkler ve desenlerdir.

Piyanonun başına geçip rastgele notalara basan birisi sanat yapmış olmaz olsa olsa gürültü çıkarır. Çıkardığı seslerin melodi olabilmesi için sesler arasında bir münasebet olması gerekir. Ancak bu münasebet sağlanırsa dinlenebilir bir melodi ortaya çıkar. Ekrem Karadeniz’in “Türk Musikisi’nin Nazariye ve Esasları” isimli eserinin 64. sayfasında makam “Türk musikisinde belirli aralıklarla birbirine uyan mülayim seslerden kurulu bir gam içerisinde özel bir seyir kuralı olan musiki cümlelerinin meydana getirdiği çeşni” şeklinde tanımlanmaktadır. Her makamın kendine göre bir seyri ve edası vardır. Her makamın güçlü sesleri, karar perdesi v.s vardır. . . Niyazi Hoca musikide sanatı “iki ses arasındaki manevi münasebet” olarak tarif eder.

Buradan ebruya geçecek olursak, ebrunun unsurları da renkler ve desenlerdir. Teknenin başına oturup rastgele renkleri, rastgele lekeler halinde serpen birisinin yaptığı bir ebru, insanda piyanonun tuşlarına rastgele basan birisinin yaptığı müzikle aynı etkiyi uyandırır.

Ebrunun renkleri arasında aynen bir müzik eserinin notaları arasındaki gibi bir münasebet olmalı, oluşturulan renk lekeleri de bir müzik eserinde üzerinde gezinilen notalar gibi belli bir ahenk, belli bir  eda oluşturmalıdır. Bu sadece battal ebru için değil bütün ebru çeşitleri için geçerlidir. İki ebrucunun aynı renklerle yaptıkları iki farklı ebru, oluşturdukları renk lekelerinin büyüklükleri, birbirlerine göre nispetleri  ve renklerin tonları arasındaki ahenk ya da ahenksizlik nedeniyle seyredende çok farklı etkiler yaratır.

Musikideki makamlardan ebruya geçilecek olursa şu çıkarım yapılabilir. Ebruda da musikide bir arada makam oluşturan sesler olduğu gibi bir arada ahenk oluşturan renk grupları vardır. Bu renk gruplarıyla her seferinde farklı büyüklükte ve nispette renk lekeleri ve tonlamalar yaparak farklı farklı etkiler oluşturan ebrular vücuda getirmek mümkün olur. Aynen aynı makamdan bestelenen ama hepsi birbirinden farklı müzikler gibi . . .

Edhem Efendi’nin belli renkleri tercih ederek yaptığı neftli battal ebruları, Mustafa Hoca’nın yine belli renkleri tercih ederek tekrarladığı battal, taraklı, gelgit ve şal ebruları yukarıda anlatılanları doğrulamakta mıdır acaba ?

Kim bilir . . .?

SERHAN AYTAN . . .

Herbir satırının altına imzamı atarım . . .

“Elma elma olarak güzel armut armut olarak. Bunlar mukayese olmaz. Biri birinden de üstün değildir. Batı müziği ve Türk müziği de bu mesabededir. Mukayese olmaz. Her ikisi de farklıdır. Kötü müzikten ziyade kötü icralar vardır. Bunları karıştırmak da olmaz. Birinden diğerine bir aşı olmaz. Tutmaz, tutmadı çok denediler çok zorladılar, ama müslüman mahallesinde salyangoz satmaktan öteye gidemediler. Bunun için Rus 5’leri gibi beşler de yaratmaya kalktılar tutturamadılar. Hala deniyorlar. Denemeler güzeldir, aramak lazım ama doğru şeyi doğru yerde. Ecdaddan kalanları bozmadan. Onların kılına bile dokunmak hayasızlıktır, haddini bilmezliktir, cahilliktir hamakat göstermektir. Müziğimizde de , Ebruculuğumuzda da, Hattımızda da kısaca bütün sanatlarımızda bu böyledir. Once Klasikler hazmedilir, onlarda en usta hale gelinir ve bir ayak orda kalmak suretiyle diğer ayak yeniliklere açılır. Yoksa hiç bir şeyden haberi olmadan, anlamadan kulaktan dolma bilgilerle ben yaptım oldu ile bu işler olmaz…..”

Udi Serhan AYTAN

ESTAĞFİRULLAH . . .

382433_418448994860197_238618651_n

-Teşekkür ederim efendim.
-Estağfirullah. . .

“Estağfirullah”! . .

Yâni: Teşekkürünüzdeki “şükrün” muhatabı, bende gördüğünüz, benden tecellî eden fayda ve güzelliğin asıl sahibi olan Cenâb-ı Hakk’dır. O şükrü O’na tahsis eder, üzerime alınma gaflet ve bencilliğinden O’nun gufrânına, mağfiretine ilticâ ederim. . .

İLLA EDEP . . .


485200_514934128550127_1504893722_n

“Usta çırak ilişkisi, mürşid mürid ilişkisi gibidir” cümlesindeki “gibidir” ifadesi fazladır . . .

Temelde ve usulde hiçbir şey fark etmez. İsimler değişse de mahiyet ve usul aynıdır. Hepsinde icazet usulü ve öğreten ile öğrenci arasındaki gönül bağı, öğretenden öğrenciye ulaşan himmetin öğrenci için feyze dönüşmesini sağlar . . .

Tıpkı mürşidin himmetinde olduğu gibi . . .

Her meslekte ve meşrepte bu vardır ve olmalıdır . . .

Hepsinde yol sevgiden geçer . .

Ve bu süreçte muvaffakiyet için hepsinden beklenen şey teslimiyet, sabır ve edeptir . . .

İlla ve illa edeptir . . .

İCAZET MESELESİ . . .

icazet_alparslan_3
Süheyl Bey’in ebru icazetini ve Mustafa Düzgünman’ın böyle bir icazeti olmaması meselesini hususiyetleri nedeniyle bir kenara bırakacak olursak ebruda ilk icazeti Mustafa Düzgünman vermiştir. Bunu ne gerekçeyle yaptığını bilmiyoruz. Benim için imzaladığı ilk icazet metni hat icazeti gibi olduğundan, bunu imzaladıktan birkaç gün sonra telefonla arayarak “o icazet hat icazeti gibi oldu benim içime sinmedi ben bir icazet metni yazdım bunu yazdır da “BUNDAN SONRA EBRUCULARIN İCAZET METNİ DE BU OLSUN” dedi. Ben de Savaş Ağabey’den (ÇEVİK) bu metni yazmasını rica ettim ve bugün karşımda duran icazet bu şekilde ortaya çıktı ve imzalandı. Ben Hocam’ın bu cümlesini bugün icazet tartışması çıktı diye yeni uydurmadım belki 20 sene önce http://www.geleneksel-ebru.com adresindeki web sayfamda icazet resminin yanında bunu da yazdım sayfayı ziyaret edenler hatırlayacaktır.

Burada önemli bir nokta var . . . Yukarıda büyük harflerle yazdığım cümle, bana HOCAMIN VASİYETİDİR ve ne anlama gelirse gelsin, isteyen beğensin isteyen beğenmesin ben, benden ebru öğrenen ve ustamdan öğrendiğim gibi ebru yapana adı ister icazet olsun isterse başka bir şey aynı metni yazdırır imzalarım.

Hocam icazet müessesesine neden gerek duydu bunu bilmiyoruz. Muhtemelen o zamana kadar her devirde bir ebrucu eliyle o güne ulaşan dolayısıyla icazete gerek duyulmayan ebruda kendi sağlığında birden fazla ve farklı şekillerde ebru yapanlar ortaya çıkınca, kimlerin kendi yolunda ebru yaptığı belli olsun istedi . . .

Öyle ya da böyle, benim için Edhem Efendi, Necmeddin Okyay ve Mustafa Düzgünman’ın yaptığı her şey artık Türk ebru geleneğine mal olmuştur ve benim için onlar gibi yapmak geleneğin devamı açısından bir mecburiyettir. Bu mecburiyetin içine icazet müessesesi de girer . . .

İcazet, bir ebrucunun hangi çizgide ebru yaptığını göstermesi açısından önemlidir ama bana göre şart değildir. Bir ebrucu icazeti olmadan da mesela Mustafa Düzgünman çizgisinde ebru yapabilir ve bu o ebrucu için herhangi bir eksiklik değildir. Aynı şekilde icazetleri Mustafa Düzgünman’a dayandığı halde onun gibi ebru yapmayan bir çok ebrucu için de bana göre o icazetin hiçbir anlamı yoktur.

Ebru geleneğimizde icazet müessesesi var mıdır sorusunun cevabı ise çok net bir şekilde “Mustafa Düzgünman’a kadar yoktu ama onun talebelerine icazet vermesi ile birlikte icazet müessesesi ebru geleneğimize girmiştir” dir.

Bir ebrucunun ustasından icazetinin olması, ahlaken onun ustası gibi ebru yapmasını gerektirir ancak bu durum, icazeti olmayanların mesela Mustafa Düzgünman çizgisinde ebru yapmasına mani değildir.

DİLLERE SAKIZ OLAN KLASİK . . .

Yolu buraya düşenlere, yanlış anlaşıldığını ve yorumlandığını düşündüğüm bir konuda açıklama yapmak ihtiyacı hissediyorum :

Ben bugün ebru ile uğraşan yüzlerce insan daha ebruyu tanımıyorken zeminsiz çiçekler, muhayyel çiçekler kat’ı tekniği ile akkase minyatürler, resimler yaptım . . . Bunların hepsini “Türk ebrucusu batı tekniğini isterse batılılardan daha iyi kullanır” tezimin doğruluğunu ispatlamak için yaptım ve bunların bizim geleneğimizde yeri olmadığını, bunları sergilediğim yerde altlarına yazarak ifade ettim . Sergiyi gezenler hatırlar . . .

Bizim ebru geleneğimiz Necmeddin Okyay ve Mustafa Düzgünman’ın yaptıkları ile sınırlıdır ve geleneğe bağlı ebru yaptığını söyleyenlere düşen, onların yaptıklarını onlardan daha güzel yapmaya çalışmak olmalıdır. Necmeddin Okyay ve Mustafa Düzgünman’ın yaptıklarının dışında bir şey yapan ve bunun klasik ya da gelenekli olduğunu iddia edenlerin önce klasik ya da gelenekli ebruyu çok iyi yapmış ve en güzel örneklerini sergilemiş olmaları gereklidir bunun dışında yapılan her şey bizim ebru geleneğimizi dejenere eder . . .

Türk ebru geleneği, geleneği hazmetmiş, en güzel örneklerini yapmış ebrucular eliyle tekamül edecek ve yeni bir şey yapılacaksa ancak bunu yapmaya ehil insanlar eliyle yapılacaktır . . .

Sanatta klasik 2 anlamda kullanılır. Birincisi yüzyıllardır beğenilen ve günümüzde de beğenilmeye devam eden her şeyi ifade eder. İkincisi ise bu klasik tanımı çizgisinde yapılan çağdaş eserleri tarif eder. Sözgelimi Fazıl Say’ın bestelediği Mezopotamya Senfonisi çağdaş bir beste olmasına rağmen klasiktir çünkü klasikler yolunda ve çizgisinde bestelenmiştir.

Yukarıdakilerin ışığında ebruda da klasik tanımı, Hatip Mehmet Efendi, Edhem Efendi, Necmeddin Okyay ve Mustafa Düzgünman’ın yaptıkları ile sınırlıdır ve bunun başka şekillerde yorumlanması, bu sınırların kişiden kişiye değişmesi mümkün değildir. Yani “senin klasikten anladığın ile benim anladığım farklı şeyler” söylemi geçerli bir söylem değildir.

Ebruda klasik bir tanedir ve bu “Edhem Efendi, Necmeddin Okyay ve Mustafa Düzgünman’ın yaptığı şekilde yapılan battalı, yarı stilize çiçekleri, koltuk ve yol ebrularını, bülbülyuvası, taraklı, gelgit ve şal ebrularını, kumlu ebruları ve Necmeddin Okyay’ın yaptığı gibi yapılmış akkase yazılı ebruları . . .” ihtiva eder. Kim tarafından yapılırsa yapılsın bunların dışında yapılan akkase resimler, zeminsiz çiçekler, muhayyel çiçekler, kaplangözü ve İspanyol ebruları, stilize edilmemiş, aynen resmetmeye çalışılan çiçekler, kelebekler, ağaçlar, kuşlar, böcekler, balıklar, boyayı suyun üzerine dökerek yapılan işler . . . vs hangi malzeme ve teknikle yapılırsa yapılsınlar klasik ve gelenekli ebru DEĞİLDİR . . .

Bunun aksini iddia etmek Türk Ebru geleneğini dejenere etmektir, soysuzlaştırmaktır . . .